Ağustos ayında Köyceğiz… Geçtiğimiz günlerde düzenleyip sizlerle de paylaştığımız kapsül programın ayrıntılarını yazdık.
Kısa geçmişte denizin bir parçası olan Köyceğiz Gölü, Dalaman Çayı’nın getirdiği alüvyonla denize bakan kesimi doldurulmuş ve bugünkü göl konumuna gelmiş. Gölün çevresi çok sulak, kimi yerde bataklık gibi. Sulak alan canlı yaşamını çeşitlendirip çoğaltırken gölün kuzey kıyılarında ufak gölcükler oluşturuyor.
Köyceğiz Gölü’nün eski çağlarda Akdeniz’in koylarından biri olduğu biliniyor. Dalaman Çayı’nın yatağı zamanla değişip, getirdiği alüvyonlar, bu koyu denizden ayırıyor. Yuvarlakçay gibi çayların yanında kaynak sularıyla beslenen bölge, giderek tatlı su gölüne dönüşüyor. Toplanan suyun yeniden Akdeniz’e ulaşması gerek ki, bu sayede sazlıklarla kaplı kanalları “Dalyan”ı oluşturuyor. Bu yarı bataklık ve sazlık labirent farklı yollarla İztuzu’na ulaşıp kumsalda tuzlu suya kavuşuyor. Küçüklükleri nedeniyle mi bilinmez, bölgede bulunan 4 gölün adı da pek bilinmez. Deltada Sülüngür, Sülüklü, İztuzu ve Alagöl ismindeki göller de görülmeye değer. Sülüngür Gölü, Nil aplumbağası için önemli bir yumurtlama alanı olduğu biliniyor. 1750 metredeki insan eliyle oluşturulmuş Gökçeova Gölü de Sandras Dağı’nın eteklerinde yaz aylarında Köyceğizlilerin nefesi olyor.
Öncelikle korktuğumuz gibi bunaltıcı sıcak olmadı. Planımız Köyceğiz Gölü’nün güneyindeki Sultaniye Köyü’nde bulunan Akdeniz Camping’i üs olarak kullanıp çevrede maksimum 1 – 1,5 saat mesafedeki koyları dolaşmaktı. Planı bu şekilde uygulayabilmek güzeldi, çünkü gitmeden kampla ilgili çekincelerimiz vardı. İlk olarak kampın görsellerini internette gördüğümüzde ba-yıl-dık. Ancak ne ismine ne de bir iletişim bilgisine ulaşabilmiştik. O umursamazlıkla çıktık yola.
10 saat aynı umursamazlıkla navigasyona güvenip gittiğimizde ulaştığımız yerlerde Akdeniz Camping tabelaları görünmeye başladı. “En azından bir kamp varmış, olmadı bir gece yatar, yarın aramaya devam ederiz” derken görsellerden tanıdığımız ünlü tahta iskelesini gördük, yerleştik.
Şöyle ki; kamp baya baya bilinen bir yermiş. Cemil’in Yeri – Akdeniz Camping diye arandığında gayet de güzel ulaşılabiliyormuş.
Kampta konaklama ücreti çadır için gecelik 30 TL. Bira 15 TL, suyunuzu da oradaki çeşmelerden doldurabiliyorsunuz. Termosumuzu her zaman oradan doldurup, dolaba da bir şişe soğuk su bıraktık. Suyun tadı çok güzel, kimyasal tadı yok olması gerektiği gibi dağlardan geliyor. Kamp küçük bir alan ve çok temiz kalıyor, duş imkanı var. Yiyecekleriniz ve soğuk su ihtiyacınız için size dolaplarından bir raf ayırmayı teklif ediyorlar. Elektriği de istediğiniz gibi kullanabiliyorsunuz. İşletme yer kısıtlamasının farkında ve buna göre hareket ediyor. Kamp dolu ise dolu diyor, birinin gelip size dirsek mesafesinde çadır kurmasına izin verilmiyor pek. Çok fazla insan olamayınca mekan da güvenli kalıyor. Telefonlar şarjda açık, ekipmanlar ortalıkta.
Tabi ki kamptan ve belirli yerlerden göle girilebiliyor. Ücretsiz olduğunu bildiğimiz düzenlenmiş halde bir plaj Köyceğiz’in merkezinde de mevcut – Delta Plajı. Burada şezlonglar ücretsiz, ancak yiyecek ve içecek temin edebileceğiniz bir tesis mevcut.
Akşamüstü göl suyunun ısısı harikaydı. Ancak sabahları haricinde biraz yüzeyim de serinleyeyim olmuyor pek. Göl de doğal olarak yaşam var ve en sık karşınıza çıkanlar da su yılanları oluyor.
Kampta her an harika bir manzaraya sahipsiniz. Gün doğumu, gün batımı, yansımalar, dağ ve ay her daim eşsiz bir görüntü veriyor.
Ertesi günlerde bizim sıralamamız daha önce paylaştığım paket program şeklinde oldu. Ertesi sabah ilk işimiz Ekincik Koyu’na gitmek oldu. Ekincik Camping’in de yer aldığı koy en kalabalık koylardan biri. Kampa 12 km uzaklıkta. Koya girişte arabanızı dışarıda bırakıp girerseniz ücretsiz girebiliyorsunuz, ancak araç girişi, karavan girişi ve çadır kurmak ücretli tabi. Ekincik Camping’de kamp yapmayı zaten planlamamıştık ama kampta bizim gittiğimiz dönemde yer yoktu. Kurban Bayramı öncesi her yerde olduğu gibi orası da doluydu. Bu koy oldukça geniş bir koy olduğundan deniz akşamları kısmen dalgalı oluyor, dolayısıyla deniz bulanıklaşıyor. Ancak koyun daha taşlık olan sol tarafı yine de daha berrak ve temiz görünüyor.
Ertesi gün Kaunos Antik Kenti’ne gidip biraz güneş altında gezip haşlanalım istedik. Dalyan kanallarının hemen üzerine kurulmuş Karia’nın önemli kentlerinden biri. Burası Karia bölgesinde bir liman kenti olmasına rağmen alüvyonlar nedeniyle liman özelliğini kaybetmiş. Büyük bir alana yayılmış kentin agora, antik tiyatro ve Demeter Tapınağı en ilginç kısımlarıydı bence. Özellikle tiyatroda ve tapınakta harika görseller edinebiliyorsunuz. Kente karadan araç dışında Dalyan’dan deniz motorları ile de ulaşabilirsiniz. Motorlardan inip 1 km’lik yokuşu tırmanmanız yeterli olacaktır.
Kaunos’un kurulduğu dönemlerden gelen bir söylenceyi hatırlamadan geçmeyelim; “Miletos’un ikizlerinden biri olan Kaunos kendi adını taşıyan kentini Karia-Lykia sınırında kurmuştur.” der. Antik kaynaklarda adı MÖ 4. yy’da bir Karia kenti olarak geçiyor.
Kamptan çıkıp Kaunos Antik Kenti’ne doğru ilerlediğinizde Çandır Köyü’nden geçiyorsunuz. Köyde neredeyse bütün evler göl manzaralı ve çoğu bu avantajı kullanıp gözlemeci veya restoran olarak da hizmet veriyor. Genelde ya kendilerinin ya da yakınlarının tekneleri var ve gezi teknesi olarak kiralıyorlar. Hemen aşağıda limanda buluşup açılabiliyorsunuz. 150 liraya gün boyu sizi dalyanda dolaştırıp gölün daha az keşfedilmiş yerlerine -Akdeniz Camping’de dahil- götürüyorlar. Dolayısıyla kampa tekne kiralayarak da ulaşabiliyor ve belirli süre keyfini sürebiliyorsunuz.
Köyde yaşayanlara veya Kaunos Antik Kenti’nde çalışanlara “Kaya Mezarları ne taraftaydı? Nasıl gideriz?” diye sorarsanız ve sizden hoşlanırlarsa hemen şifreyi söyleyip sizi Çandır Köyü Mezarlığı’na yönlendiriyorlar. Bu sayede hem belki de şu zamana kadar ki en etkileyici mezarlığı keşfetmiş olduk. Okaliptüs ağaçlarının altında mermer tarlası görünümünden uzak doğal kalabilmeyi başarmış bir olan mezarlık, Kaya Mezarları’nın oyulmuş olduğu dağın tam dibinde. İçeri girip okaliptüs kokusunu alıyor, kafanızı yukarı kaldırıyorsunuz ve ta ta taam! Ancak o an hissediyorsunuz daha önce böyle bir yere adım atmadığınızı. İçinizden “Kimse burayı bilmesin” diye geçiriyorsunuz -yazmak ve yazmamak arasındaki gitgellerim tavan yaptı-.
Sonra çıkıp antik kente doğru ilerleyeceğiniz yolda soldaki feribot tabelasının bulunduğu köşede Kaunos’tan çok etkilenip bu köye yerleşen Oya Abla ve Çandır Köyü’nde doğup büyümüş arkadaşı ile tanışıyorsunuz. Nar tarlasının önünde küçük tahta tezgahta oturmuş nar suyu ve portakal suyu içerken hikayelerinizi anlatıyorsunuz. Vegan olduğumuzu duyan köylü teyze “Hmmm, komşum da öyle, candan çıkan hiçbir şeyi yemez” diyor ve bütün yazılmış tanımları siliyor. Gitme zamanı geldiğinde, hazırladığı defne ve okaliptüs karışımını boynunuza fıslatıp uğurluyor.
Babamla yaptığımız her telefon görüşmesinde İztuzu Plajı’ndan çok etkilendiğini anlattı. Yolumuzu oraya çevirmiş ilerlerken yine bir toprak yol ve ve Kargıcak Koyu tabelası gördük. Yol devamlı tırmandı ve inişe geçtiğimizde ise aşağıdaki manzaraya inanamadık. Daha önceden yalnızca denizden ulaşılabilen bir koya, karadan da ulaşılabilmesi için yeni bir yol açılmış. Yol zor, denizin mavisi muhteşem, Kargıcak Bay isimli “beach club” vasat. Yeni açılmış belli, nereden kalktığını bilmediğimiz bir servis de koyulmuş. Şezlonglar için ücretler yüksek -“50 TL, Fatura veremiyoruz…”, menüyü bilmiyoruz, merak etmedik. Bir dalıp çıktık, bir saati doldurduk doldurmadık, kaçtık. İztuzu Plajı’na geçtik. Caretta caretta türü kaplumbağaları ile ünlü, Deniz Kaplumbağaları Araştırma Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi (DEKAMER) de burada. Kampa devam edip günü gölde bitirdik.
O akşam kampın işletmecisi Tevfik Amca Yuvarlakçay’a gitmemizi önerdi. “Gidin biranızı için, şekerleme yapın, gelin” dedi. Ertesi gün kahvaltı sonrası atladık gittik. Ünlü salıncaklarda sallanıp suya atlama etkinliği. Salıncaklar acayip kalabalık, bu buz gibi -7 derece-. Yavaş yavaş giremeyenler için kolayca suya dalma yöntemi olarak geliştirilmiş bir teknoloji.
Köyceğiz Gölü, Namnam Çayı, Yuvarlak Çay ve Kargıcık Çayı gibi akarsular dahil termal ve soğuk su kaynakları ile beslenir. Kaynaklar Sandras Dağı’ndaki karlar olunca Yuvarlak Çay’ın suyu ısınamıyor. Sıra bize gelemeyince biraz daha sakin bir yer bulmaya çalışıp oradan atladık suya. Su aşırı berrak ve durgun görünse de oldukça güçlü bir akıntı var. Suda kulaç atmak istemiyorsunuz çünkü hareket etseniz bile iğne batar gibi bir his oluyor. Daha önce de kaynak sularına, çaylara girdik ancak burası gerçekten soğuk. Yine de kesinlikle ayağınızı sokmakla yetinmeyin.
Bölge HES’ler ile çalkalanıyor. Her yer HES tabelaları ile dolu halde. Hem navigasyon hem de tabelalar yardımı ile Akköprü’ye gitmeyi denedik. Navigasyon saçmaladı, tabelalar ilerde yok oldu, varamadık köprüye o gün. Rotamızı değiştirip Ağla Yaylası’na gidelim istedik. Ağla Yaylası bölgenin -mangalcılar tarafından- en bilinen yaylası. Ağla Köyü’nden geçerek yaylaya çıkıyorsunuz. Köyde turlayıp döndük, toprak yol baya kötüydü. Biz de günü gölde bitirdik.
Ertesi gün Sarsala Koyu’na kaçtık. Koya iniş dahil tüm yol yemyeşil, gerçekten eşsiz. Kapukargın Köyü ile koy arasında iki göl kenarından geçiyorsunuz: Baldımaz Gölü ve Kocagöl. Kocagöl kayalıklarından ve manzarısından etkilenmemek mümkün değil. Burada da suya girmek istiyorsunuz ancak göle girmek yasak. Mutlaka kıyısına iniş vardır, ancak oldukça çökük olduğundan ekipmansız pek de imkanlı görünmüyor.
Sarsala’ya giriş bu dönemlerde 10 TL idi. Erken gelip koyu ağaç gölgelerine yerleşirseniz güzel ancak yer bulamazsanız şezlong ücretleri 15 TL. Koya inerken de farkedeceksiniz denizin rengi sanki bıçakla kesilmiş gibi değişiyor. Bu su altına girdiğinizde de böyle. Çok kesin bir şekilde birden derinleşip suyun rengini turkuazdan laciverde döndürüyor. Suyun altıda çok hareketli, sarı tüp şeklindeki süngerler de her yerde. Balıklar sizden kaçmıyor, adeta sizinle yüzmek için size yaklaşıyorlar. Lacivertin içinde balıklar peşinizde parıl parıl parlıyorlar. Dönüşte ise yine Kocagöl’ün eşsiz manzarası..
Dikkatimizi çekti. Bölgede Karia ve Lykia yollarına yönlendirmeler yapan tabelalar var. Bu tabelalar yürüyüş ve bisiklet ile koylara veya köylere ulaşmanızı ve mesafe bilgisine sahip olmanızı sağlıyor. Araç yolu ve bisiklet yolu kesişimleri çok fazla, ancak yine de buna güvenip “bisiklet yolundan gidelim, daha kısaymış” fikrine kapılmayın. Kesişen bu yollar genel olarak toprak yollar oluyor. Bize denk gelmedi ancak yolların daralma ve bozulmuş olma ihtimalini de aklınızdan çıkarmayın. Başka bir yerde mevcut mu bilmiyoruz ancak Köyceğiz ‘in meydanında bu yolların tam haritası, tüm ayrıntıları ile mevcut.
Biz oradan ayrılıp Kurban Bayramı’na 3 gün kala Akyaka Orman Kampı’na geçtik. Akbük’te arkadaşlarımızın işlettiği mekanlarında kendilerini ziyaret etmeyi planladığımız için o tarafa yaklaşmak istedir. En son 5-6 yıl önce karavan ile oradadaydık. Karavanlar için özel bir bölge belirlenmiş, giriş değişmiş, market kafe olmuş, saygı sıfırlanmış. Cidden saat 2’de okey taş-tuş sesi nedir? Bunu gerçekten yapmalı mıyız? Bu olmadan ne eksik kalıyor da buna zorunda hissediyoruz? Sorun okey değil, sorun kendimizi başkasının haklarına tecavüz edecek kadar özgür hissetmemiz. Bakın gerçekten sizin oraya 4 aylık para vermiş olmanız 2 gün için gelenler üzerinde bunu uygulayabileceğiniz anlamına gelmemesi gerek. İçeri alım sistemi değişmiş. İçeride tanıdığınız varsa hemen girebiliyorsunuz. Yoksa saat 16.00’da gidin çünkü içeri giremeyeceksiniz. Kapasite 800 çadırdan 300’e indirilmiş -Yunanistan’da çıkan yangınlar nedeniyle-. Kapıda insanlar biriktikçe sinirler geriliyor, her gelen de aynı soru işaretleri… “Sıraya girelim” diyorsunuz “sıra olmaz, kavga çıkıyor” diyorlar. “Bilmem kaçtan beri burada bekliyorum, giremezsem ne olacak?” diyorsunuz “yarın sabah gelirsiniz” diyorlar. “Sabah gelip yine 16.00’ya kadar bekleyecek miyim?” diyorsunuz. Ses yok. “İçeriden çıkan çadır kadar çadır girebilir” diyorlar, sonra “herkes içeri girecek, sorun yok” diyorlar, çünkü apaçi gençlik akın akın birikiyor kapıda. Mantık hataları yüzünden moral bozukluğunun üstüne gelen okeye dönmeler, bilmem neler. Bence bu kadar özgür hissetmemeliyiz.
Neyse ki bayramı ailemizle geçirmeye karar vermiştik. Duyumlarımız ve gördüklerimiz sonrasında koşa koşa “şehir merkezine” kaçtık. Bu, bayramlar için artık tek doğru seçim haline gelmeye başladı galiba.